bugün

entry'ler (1080)

31 mart 2024 yerel seçimleri

çoğunluk z kuşağına bel bağlamışken ve uzun zamandır (kendim de bu gruba dahilim) bir grup tarafından ötelenen ve yeri geldiğinde hakaret boyutunda eleştirilere maruz kalan emeklilerin "artık dur!!!" diyerek, şaltere bastığı seçim.

eskinin adamları ve kadınları bu gidişata dur demiş, yediği ayazın etkisiyle beraber akp'ye okkalı bir tokat atmıştır. ne güzel yapmışlardır. her ne kadar verdikleri kararlar neticesinde gençliğimizi heba etmiş olsalar da, genç bir kardeşleri olarak bu uyanışlarını ayakta alkışlıyor ve uyanan tüm eskinin insanlarının ellerinden öpüyorum. onlar ki; 27 mayıs darbesi'ni, 12 mart muhtırası'nı, kıbrıs harekatı neticesinde yaşanan sıkıntıları, 12 eylül darbesi'ni, 28 şubat postmodern darbeyi görmüş ve hatta 2001 devalüasyonunu iliklerine kadar yaşamışlardır. bunca durum karşısında da akp'yi uçurumun kenarındaki bir dal olarak bellemiş ve çeyrek asırdır da desteklemişlerdir. eskinin insanlarının eski hatıraları aşması oldukça fazla zaman almış ve kararlarını değiştirmek için oldukça fazla kötülüklerle karşılaşmaları gerekmesi ise ayrı bir tartışma konusudur fakat geç de olsa bilinçli hareket etmeleri hepimizin yüreğine; özellikle de gençlerin yüreğine umut ışığı serpiştirmiştir.

dün akşam sarı kart değil, kırmızı kart gösteren yediden yetmişe her kim varsa şahsım adına her birine teşekkür etmek boynumun borcudur. tiran mı, halk mı? kimin güç sahibi olduğunun cevabı 31 mart 2024 yerel seçimleri'nde verilmiştir.

kısa mesafe gitmeyen taksici

mor ve ötesi inönü konseri'nden sonra büyük mücadeleler sonrası durdurabildiğim bir taksici nereye gitmek istediğimi sormuştu ve haliyle cevaplamıştım. aldığım cevap ise şu oldu: "uzun mesafe gitmiyorum abi"

kısa mesafe ya da uzun mesafe ayrımından ziyade, türk müşterilere karşı öteleme, marsıklara yani araplara ise imtiyaz söz konusu. taksici cemaati bizi istemiyor arkadaşlar. yağlı para kapısı biz değiliz çünkü.

kadınlarla konuşmaya çekinen özgüvensiz erkek

etten ve kemikten bir varlıkla iletişim kurduğunun bilincinde olduğun vakit, rahatlarsın. hiçbir şeyi veyahut hiç kimseyi gözünde yüceltme. hakeza kendini de üstün görme. dolayısıyla gevşemeye çalış fakat laçkalaşma. perakende müşteriye mal satıyormuşçasına doğaçlama diyalog kur. olursa olur, olmazsa şayet 4 milyar tane daha alternatifin var.

büdüt: böyle tavsiyelerde bulununca çok havalı oldu değil mi? halbuki, sıradan bir çamaşır suyuyum. işin esprisi bir yana, kişileri gözünüzde büyütmemenizle alakalı her şey. kimisi altın, kimisi tunç değil velhasıl.

fiyat algısının kaybolması

artık öyle bir noktaya geldim ki, hesap ne gelirse gelsin normal karşılıyorum. mesela nişantaşı'nda üç tane 33'lük biraya 750 lira hesap getiriyorlar, "nişantaşı'da böyle herhalde" diyorum. ya da bugün tuttuğum iki nakliyeci abiye altı lahmacun, iki de ayran söylüyorum, 680 lira hesap geliyor ve yine şaşırmıyorum. çünkü enflasyonu bahane edip fahiş fiyat politikası uygulan bütün esnaflara lanet olsun demekten başka elimden bir şey gelmiyor. fiyatların anormal olduğunu tabii ki biliyorum ama yaşamak, gezmek, yemek, içmek veyahut yedirmek ya da içirmek de istiyorum. çok mu şey istiyorum?
istanbul esnafı bu konuda aşırı insafsız. düşman askerine hesap getiriyorlar sanki. maliyet, çalışan masrafı, gelir-gider vs geçsinler bu işleri. biz de biliyoruz neyin ne olduğunu. biz de esnafız fakat zalim değiliz.

asla iyileşmeyecek çocukluk yaraları

90'lı yıllar... o yıllarda kış, kışlığını yapar ve deli gibi kar yağdırırdı. üstüne bir de don yapar, sokakları girilmez ya da çıkılmaz hale getirirdi. yine böyle bir kışta, komşunun arabası sokaktan çıkamamış ve üç beş kişi aracı arkadan ittirmek suretiyle kurtarmaya çalışıyordu. ben de sırt ve beslenme çantamı almış, okula gitmek için otobüs durağına doğru yürürken, çocuksu kemiklerime ve kas yapıma aldırış etmeksizin destek çıkmak istemi ile üstüme yük olan ne varsa bir kenara savurup, dişlerimi sıka sıka arka tampona abanmıştım. çok mühim bir olaya, çok mühim bir destekleme yaptığımı zannediyordum ki, şöyle bir şey işittim:

"ittir ittir, farenin bokunun bile faydası olur!"

geldim 33 yaşıma, bu sözü halen daha unutmam. özellikle o dönemlerde çocuklar bir birey olarak kabul edilmez, hakir görülürdü. eziklenirdi yani. işte o eziklenme bende ağır travmadır. çocuk da olsa bir erkeğe böyle şeyler söylenmemeli. hele ki, niyeti yardım etmek ise.

gece

güneşin mesaisini bitirip de ayın ve yıldızların nispi aydınlığı devraldığı, aşkımızın ve toprağın sessiz seslerinin beynimize türlü türlü oyunlar oynattığı, hüzünlü ve bir o kadar da romantik olan karanlık süre.

renault clio 5

son üç iş seyahatimde kiralamayı tercih ettiğim araç.

bakınız, biraz otomobil işlerinden anlarım.
genel kanaatim olumlu yönde. joy ve icon paketlerini kullandım. donanım haricinde ikisinin de dinamiği hemen hemen aynıydı. hemen hemen diyorum çünkü aradaki jant ebadı konforu ve yol tutuşunu etkiliyordu. hoş ya, birinde continental ötekinde de bridgeston patikler vardı. işbu sebeple tutuş dinamikleri patiklere de bağlıydı fakat şunu söyleyebilirim ki bu araç it gibi yol tutuyor. ister geçit inişlerinde, ister çıkışlarında, ister düz yolda yani her koşulda yol tutuyor. güven veren bir araç. sınıfına göre iyi.
koltukları rahatsız olmakla beraber, opsiyonla gelen kolçak olayı can sıkıcı. kullandığım araçların hiçbirinde kolçak yoktu ve her birinde minimum 2500 km yol yaptım. en çok gözüme batan detay bu oldu. bunun haricinde ses sistemi fena değil, trim aksamı orta kalitede, frenleri ortalama, 1.0 cc ünite yeterli (1.3 versiyonu muhtemelen canavardır zira kasa hafif) fakat ses yalıtımı berbat. lastik sesini çok alıyor.

özetle: ben bu aracı beğendim. yola sümük gibi yapışması hayranlık uyandırıcı. virajlarda diğer araçların canını sıkacak nitelikte. verilen paranın hakkını dinamikleri sebebiyle hak ediyor. burun kıvıranlara bakmayın siz, çoğu dolmuş tayfasından.

labrador retriever

bu evlatlardan bir tanesine 9.5 sene boyunca babalık yapmaya çalıştım.
oğlumun nasıl aramızdan ayrıldığına, ne kadar güzel günler yaşadığımıza falan değinip de akşam akşam can sıkmak istemiyorum. diyeceğim şudur ki, bu hayvanlar inanılmaz kuvvetli.

bu sabah yürüyüş yaparken kafeteryanın birinin önünde koca kafalı siyah bir labrador gördüm. ama tam bir labrador! somun ekmek gibi kuyruğu, makas çenesi, güçlü kafa yapısı, geniş göğüs kafesi falan derken, türünün güzel bir örneğiydi. haliyle dayanamadım ve eğilip ıslık çaldım. yavşak oğlu yavşak (ekseriyeti yavşaktır) hemen kalın kuyruğunu sallamaya başladı ve sırıta sırıta yanıma seyirtdi. kendini sevdirirken beni öyle bir ittiriyordu ki, "işte" dedim, "labrador dediğin budur!"

golden kadar sevecen, golden kadar sempatikler fakat çok çok kuvvetliler.
herifçioğlunun kendini sevdirme çabası bile dengemi bozdu. bacağımı ittirirken içten içe "hey yavrum, hey" dedirtti.
açıkçası içim cızlamadı değil zira aramızdan ayrılan oğlum da aynı derecede kuvvetliydi ve aynen bu şekilde ittirerek sevgisini gösterirdi.
velhasıl, ben bu piç kurularını çok seviyorum <3

anın görüntüsü

görsel

sözlük yazarlarının söylemek istedikleri

temmuz ayında en yakın arkadaşlarımdan birinin ve kuzenimin düğününe gideceğim. işbu sebeple takım elbise aldım. alelade kişiler değiller zira.

şu an için kuzenden yana sıkıntı yok ama yakın arkadaşım geçtiğimiz hafta aradı ve sanırım nikah iptal olacak, kafamda çok soru işareti var dedi. haliyle görüşmek istedi ve ivedilikle oturduk bir mekana, demlendik. rakıyı çektikçe içini döktü. üstüme vazife olmayan konulara kadar değindi, engel olmak istedim fakat olamadım. anasonu çekmişti ve dilinin kemiği yoktu.

o kadar çok şey anlattı ki, tiradı nihayetiyle bitince yorum yapmamı bekledi. bu tarz durumlarda yani ikili ilişkilerde yorum yapmaktan ziyadesiyle çekinirim ama baskı, baskı ve baskı üzerine yorum yapmak mecburiyetinde kaldım. keskin değil, yumuşak bir yorumlama yaptım. bu ne demek? bu, ilişkinin monotonlaşması üzerine biraz renge ihtiyaç duyulduğunu yani en basitinden tatile gitseniz ne iyi olurdu, demek.

tavsiyem üzerine tatile gittiler, bugün öğrendim. bugün aradı çünkü.
hatta işten eve dönerken herifçioğlunun tatil maceralarını dinledim. acayip daraldım fakat belli etmedim. en sonunda hanımefendinin yani müstakbel eşinin benim vermiş olduğum tavsiyeye kızdığını işittim. merak bu ya, neden kızmış diye sorunca da, tavsiye vermemin üstüme vazife olmadığını öğrendim. başıma geleceği bildiğim halde bu çukura düştüğüm için kendime lanet ettim. arkadaşımdan dahi soğudum çünkü benden ısrarla tavsiye bekleyip o insana anlatması kanıma dokundu.

ha, bundan sonrası ne olur derseniz eğer, bundan sonrası tamahagane çeliği gibi keskin olmak olur. "tecrübe" haneme bir halka daha eklendi. velhasıl siz siz olun, iki kişi her ne yaşarsa yaşasın, yorum yapmayın. bırakın size göt oğlanı desinler, ilerleyen süreçte yeter ki arada kalan siz olmayın. onlar karşılıklı oral seksle olayı tatlıya bağlarlar fakat siz orospunun çocuğu olarak mührü yersiniz.

hayata dair gülümseten detaylar

toptancı bir firmada çalışıyorum.
haliyle perakende işlerle pek ilgilenmiyoruz fakat kapıdan gireni buyur etmeden ve çayını önüne koymadan uğurlamıyoruz.

firma, "zirai sektör" bünyesinde. işbu sebeple şirkete şöyle bir uğrayan misafirlerimiz ekseriyetle çiftçi abilerimiz oluyor. yeri geliyor pantolonu yamalı, yeri geliyor kocaman elli ve yanakları çamurlu, yeri geliyor tarlanın ortasında iş yapmaktan marsık gibi olmuş, yeri geliyor traktör tepesinde öğle vakti beş tane bira içtiği için kıpkırmızı olmuş, yeri geliyor plaza yaşantısından bıkmış ve kendini toprak işlerine vermiş düzgün üsluplu genç biri, yeri geliyor tanışmak için gelen milyon dolarlık şirket sahibi biri veyahut ekibi, yeri geliyor yabancı bir firma temsilcisi. skala çok geniş anlayacağınız.

geçtiğimiz pazartesi günü kapıdan biri girmişti. arkadaşlar sağ olsun, bana doğru buyur ettiler. hoş geldiniz deyip, abimizin kocaman elini sıktım ve oturması gereken yeri gösterdim. hava nispeten sıcak olsa da esmer başına bere geçirmişti. köylüydü; en hasından köylüydü ve pek de mahcuptu. haddim olmamakla beraber, halini görünce çok üzüldüm. normalde dik başlı köylü insanından pek haz etmesem de bu abimize kanım ısınmıştı işte. neyse, meramını iletti ama karşılığı bende yoktu çünkü istediği parça stoklarımızda bulundurulmuyordu.
abimiz olumsuz cevap alınca eziklenir gibi oldu ve çayını yarım bırakıp hemen ayaklandı. çelik gibi elinden kavrayıp, tekrar oturttum. şaşırdı. böyle bir tepki beklemiyordu çünkü "yok" kavramı karşısında alternatif oluşturulacağı belki de hiç öğretilmemişti ya da bunu hiç tecrübe etmemişti. akabinde ikinci çayını söyledim ve havadan sudan sorular sorup, rahatlamasını sağladım. sahip olduğu traktör markasına vakıf olmasam da ve dahi alanım dışında olsa da ona telefon, buna telefon derken, parçayı makul bir fiyata buldum ve durumu bir yandan abimize izah ettim. esmer başıyla beni onayladı. tedarik için kargo ücretini şirkete mal ettim. hatta parçaya kar marjını bile yansıtmadım. amme hizmeti oldu diyebiliriz. abinin bundan haberi yoktu. haberi olmasına gerek de yoktu çünkü bilip de mahcubiyetini çoğaltmak kanıma dokunurdu. ertesi gün (siparişi ileri saatte bildirdiğim için bir sonraki gün teslim almıştım) parça elime ulaştı. hemen abiyi arayıp haber verdim. iki saat sonra geldi. en demlisinden çay söyledim çünkü demli seviyordu. yine havadan sudan sorular sorarak kafasını meşgul ettim. oldukça samimi bir şekilde sohbet gerçekleştirdik. parçayı verdikten ve faturasını kestirdikten sonra (fatura işi ayrı bir olaydı ya, neyse...) vedalaşmak için ayaklandık. geldiğinde elinde siyah bir torba vardı. vedalaşırken bana o torbayı verdi. bu sefer ben şaşırmıştım. neyin nesidir demeye kalmadan, zeytinyağı olduğunu söyledi. gönen tarafındaki akrabalarının ona gönderdiği zeytinyağı imiş. istihkakına düşen zeytinyağının üç litresini benimle paylaşmak istemiş.

ya işte, necip türk halkının siyasi tercihi falan filan deyip sinirleniyoruz ama işin özü budur dostlarım. kızmayalım. herkes sizin kadar görüp, gözlemleyemiyor ne yazık ki ama özünde birçoğunun temiz kalpli olduğunu düşünüyorum. buna kaniyim.

hayata dair gülümseten detaylar

yorgunum biraz. ama bu yorgunluk mental olarak değil, fiziksel.
zira iş icabı seyahate çıktım ve bu sabah itibarı ile evime döndüm.
çok şükür mü denir veyahut iyi şans mı denir adını siz koyun, bereketli bir seyahat oldu. yolculuğum esnasında tatlı anılar da edindim fakat bir tanesi muhtemelen aklımdan hiç çıkmayacak. olayın kahramanı akhisarlı bir vatandaştı. dilerseniz anlatayım:

o günkü programımı salihli'de bitirmeyi planlamıştım fakat evdeki hesap çarşıya uymadığı için akhisar'da konaklamak mecburiyetinde kaldım. mecburiyetinde kaldım deyince yanlış anlaşılmasın, halimden gayet de memnundum çünkü köfteleri mideye itina ile indirmek fırsatını yakalamıştım. indirdim de.
ağız, yutak, yemek borusu derken, midemi şenlendiren ve ellerime avuçlarıma kuvvet veren köftelerin tesiriyle otel arayışı içerisine girdim. buldum da.
fakat ne hikmettir ki, yorumlara bakıp da rezervasyon yaptırdığım ve konakladığım otelden hiç memnun kalmadım. rezil bir gece yaşadım. yastığı yastık değil, taharet musluğundan sızıp da damlayan suyun sesi ise aman ya rabbi!

uyuyamadım. duvarlar diken oldu, açıkta kalan yerlerime battı. bedenimi teşhir edip de uzandığım yatak ateşten bir çukur oldu, sırtımı yaktı. hele ki, tavanda yer alan ve kıblenin istikametini gösteren ok işareti ok oldu, böğrüme saplandı. daraldım velhasıl. bunaldım...

wifi iyi çektiği için sabaha kadar netflix'te takıldım. aradan saatler geçti ve fark etmedim. baktım ki kumrular susmuş kargalar sazı eline almış, şafağın yaklaştığını anladım. akabinde hemen ayaklandım, perdeyi araladım, gecenin kasvetini silmeye teşne güneşin alaca aydınlığına selam çaktım ve hazırlanıp aşağıya indim. resepsiyondaki arkadaşa günaydın dedikten sonra "nerede kelle paça içebilirim?" diye sordum. hiçbir şey söylemeyip dik dik baktı ve kapıya doğru yürüdü. belli ki biraz sinirliydi fakat benden müsebbip değildi. işbu sebeple gönül rahatlığıyla takip ettim. çıktık caddeye, başladı şuradan dön, buraya yürü vs vs...
sorgu sual etmeden; yani nasıldır, iyi midir, temiz midir demeden tarifini yaptığı esnafa doğru yürüdüm. hava da hafiften soğuktu ve benim üstümde tişört vardı. irkildim. üşüdüm biraz. üşüdüm ama çorbayı yutaktan aşağı gönderince ısınacağımı da gayet iyi biliyordum. ısındım. çorbamı bir güzel içtim ve sonra çay söyledim.
dükkanın kapısında çayımı yudumlarken 60 yaşlarında bir dayı ilişti yanıma. "buralı değilsin galiba?" diye, giriş yaptı. oralı olmadığımı söyledim. mesleğimi sordu, yaşımı sordu, çorbayı beğenip beğenmediğimi sordu derken, bir anda kayboldu.
duruma bir mana getiremedim ve ikinci sigaramı yakmak için çakmağıma hamle yaptım. sonra, sonra sigarımı yaktım.

o esnada tuğralı bir doblo dükkanın önüne yanaştı. içinden inen iki kişi vardı.
onlarla göz göze geldim. kendi kendime mırıldandım ve sigarımı tellendirmeye devam ettim. tabiat her zaman olduğu gibi yine şaşırttı. denizden onca kilometre uzakta olan akhisar'da, yolunu kaybetmiş bir martının sesini duydum. yine irkildim çünkü martı sesinden nefret ederim. semaya baktım ve onu gördüm.
semiz bir martıydı. bağırıp, çağırmaya devam etti. slalom yaparak çığırtan mahlukun girdiği hallere gülümsedim. bir elimi havaya kaldırıp alaycı bakışlarla öteye beriye tebessüm ettim ve hesabı ödemek için kasaya seğirttim. seğirttim diyorum ama başarısız oldum. yukarıda bahsetmiş olduğum pek muhterem kişi hesabımı ödemiş. bunu, kasadaki arkadaştan öğrendim. hayret ettim. öyle aman aman bir sohbetimiz de olmamıştı halbuki. neyse, dışarıda bekleyen dayının yanına hızlıca yürüyüp, teşekkür ettim. garson kardeşimizden birer tane daha çay rica edip, dayıya sigara ikram ettim. kargo bokunu yemeden üçüncü sigaramı yaktığım için öksürdüm. sonra toparlandım. bir ara sessizlik oldu ve çaktırmadan dayının bakışlarını inceledim çünkü insanları incelemeyi severim. bakışlarında mütehammil bir ifade sezdim. ikinci ama kısa olan sohbetimizin (birincisi de kısaydı ya...) sonrasında elini sıkıca kavrayıp, kesesinin bereketlenmesini temenni ettim ve baht açıklığı diledim. başka da ne diyebilirim ki?

bilge yılmaz

şaka mı (!) bilmiyorum ama bugüne kadar başlığı açılmamış pek kıymetli iktisatçı.

gazete oksijen'in youtube kanalı olan oksijen tv'deki açıklamalarıyla içimi ferahlatmış olan türkiye cumhuriyeti'nin göz nurlarından biri. güzem hanımın isabetli sorularıyla bilge hocamız gereken tüm cevapları en basit şekliyle ve tane tane vermiş, kısa vadede enflasyonun gazının alınacağının ve uzun vadede gelir dağılımındaki dengesizliğin sona erdirileceğinin sinyallerini vermiştir. özellikle vergi sistemiyle alakalı yaptığı kıymetli açıklamalar çok çok rahatlatmıştır. zira verginin asıl kalemleri olan ötv ve kdv senin benim gibi sıradan vatandaşların belini bükerken, üst sınıftaki insanlara pek de tesir etmemektedir. bilge hoca, bunun düzeltileceğini söylemiştir. yani maaşımız ötv ve kdv altında ezilmeyecek, toplanan vergi yüksek gelirli vatandaşlardan tahsil edilecek. demek istediği şudur:
maaşla çalışan bir vatandaş aldığı maaşın büyük bir yüzdesini ötv ve kdv'ye ezdirirken, fantastik gelirler edinen insanlar aynı ötv ve kdv'yi ödedikleri halde gelirlerinden küçük bir yüzde kaybetmektedir. burada bir haksızlık vardır. alt gelirli vatandaş ezilirken, üst gelirli vatandaşın siki taşşağına denktir. yani bu ne sikim iştir?

ayrıca, finans ve gayrimenkuldeki vergilendirme sisteminde de düzenleme olacağını söylemiştir. üretici yüksek vergilerin altında ezilirken özellikle finans sektörüyle haşır neşir olanlar bu vergilerden neredeyse etkilenmemektedir. eli güçlü olanlar piyasaları altüst ettikleri gibi ve yüksek kazançlar sağladıkları gibi neredeyse sıfıra yakın vergi vermektedir. bilge hocamız üreticinin sırtına bindirilen vergilerde düzenleme yapıp, kağıtla elde edilen gelirin gözden geçirilmesi gerektiğini söylemiştir. özetle üretimi teşvik ederek uzun vadede enflasyonu düşürecek, ittifakın iktisat alanındaki muhteşem kadrosuyla dış yatırımcıda güven unsuru oluşturulacak, alt gelirli vatandaş nefes alacak, bankacılık sistemi düzenlenecek ve baskı altında tutulmayacak, şirketlerin krediye erişimindeki sıkıntılar sona erdirilecek, hazine bağımsızlaştırılacaktır. ne de güzel olacaktır.

bilge hocam, yolun açık olsun.

çocukken babanın işyerine gitmek

ibrahim müteferrika kadar sittin yıl önce:

çocukluğumun fakirlik döneminden varlıklı dönemine geçtiğim ve her cumartesi günü babamla beraber fabrikaya gittiğim bir dönemi olmuştu. babam, güya beni yetiştiriyor, işe bir şekilde aşina olmamı istiyor fakat kamyonlar, tırlar, dolum makinaları, ambalaj makinaları, kantarlar, tanklar, gres mikserleri, forkliftler falan derken, sağdan soldan gelen muhtelif telaş ve sesler benim için işi öğrenmek değil, oyun alanı haline dönüşüyordu. patron çocuğu olmanın şımarıklığından ziyade, nerede bir ağır vasıta şoförü var paçalarına yapışıyor ve beni oturgaçlı götürgece bindirmesi için dileniyordum. pek tabii bu yalvarışım göz ardı edilmiyor ve pandizot kokusunu içime çeke çeke araçtaki yerimi alıyordum. haşmetmeableri o hallerimi görünce başta celalleniyor gibi yapsa da bir noktadan sonra sırıtıyor ve beni sağına alıp, organize sanayinin içinde gezdiriyordu zira kendisi de eski ağır vasıta şoförüydü.
detayına girmeyi lüzumsuz gördüğüm; yani, babamın bana katmak istediği vizyon ve misyon meselesi bir noktadan sonra yalan oluyor, vasıtadan gelen "çısss tak, çıss takk" şeklindeki hava seslerine beraber gülerken buluyorduk birbirimizi.

sonra, kendi başıma kalıyor ve pek muhterem fabrika personeliyle yani abilerimle yarım aklımla hasbihal ediyordum. kim ne yapıyorsa yanına seğirtiyor, onların canını sıkana kadar sorular soruyordum. "bu ne? bu yağın rengi neden farklı? bu makine neden bu kadar uzun? bu palet neden küçük?" gibi sorular işte...
bazen de laboratuvara gidiyor, çocukluk aşkım olan nihal ablanın eteklerine sarılıyor ve önündeki erlenin ya da beherin içinde ne olup bittiğini soruyordum. o da hoşlandığımın farkında olsa gerek, göğsüne yaslaya yaslaya şu şöyle, bu böyle diye, anlata duruyordu. pipime vaziyet aldıracak hormonlarım tam manasıyla devrede olmadığı için, ikizlere takkenin bendeki tesiri sıcak, güzel kokulu ve huzurlu bir alan olmaktan öteye gitmiyordu.

bu ve bunun gibi serüvenlerim yemekhanede de devam ediyordu. uluslararası sularda gezinen gemilerde aşçılık yapmış ve ne hikmetse bizim işletmeye kadar düşmüş süleyman abinin yanına gidiyor, dev kazanlarda bir o yana bir bu yana karıştırdığı çorbanın girdiği hallere kikirdiyordum. çünkü süleyman abi çorbada girdap oluşturuyor ve sonra o girdabı ters bir hamleyle bozuyordu. bu da nedense çok hoşuma gidiyordu. süleyman abi de bu hallerimi pek seviyor olsa gerek, ağzı kulaklarına varıyordu.

sonra mı?
büyüdük işte.
büyümez olaydık...

geceye gerçek bir atatürkçü bırak

anket başlıklarına pek yazmam ama dayanamadım. zira sözlüğün pek bilmiş(!) ergen irilerini aydınlatmak boynumuzun borcu.

(bkz: ismail hakkı karadayı)
(bkz: uğur mumcu)
(bkz: muazzez ilmiye çığ)
(bkz: hasan ali yücel)
(bkz: nuri conker)
(bkz: mustafa fehmi kubilay)
(bkz: ahmet hamdi martonaltı)
(bkz: sütçü imam)
(bkz: fevzi çakmak)

ve en çok da,

(bkz: salih bozok)

sevgiliyle gidilecek yerler

planlardan bağımsız, spontane gelişen her yer kabulümdür. plan yapmak iyidir, ilişkiye renk katar ama anlık gelişen programlar dahilinde gidilecek her yer, her zaman daha keyif verici ve hatırası karamel tadında olan yerlerdir.
mesela tatil programı yapmaktansa, anlık olarak gidilecek yere karar vermek ve o gidilen yerin keyfini yaşamak pek tatlıdır. bununla alakalı unutmadığım bir anım var:

"sevgili" kişisiyle kahve içmek için buluşulmuştur. her şey gayet olağandır ve hoşsohbet gerçekleştirilir. ilerleyen vakitlerde bıcırığın heyecanlı halleri fark edilir, kendisi zarflanır ve gidilecek yere o an karar verilir. gidilecek yer, iznik'tir.
iznik'tir çünkü, istanbul'a hem yakındır hem de iznik gölü'nün kıyısındaki çamlık restaurant'ta yapılan yayın balığı şahanedir. velhasıl hesap istenir ve bu adrese gidilir. akabinde iki porsiyon yayın, ortaya gariban salatası ve bi' ufak fahrettin kerim söylenir. (35'lik)

bıcırığın girdiği haller gözle görülmeye değerdir. o günün hatırası haftalarca dillere pelesenk olur. evveliyle gidilmiş tatillerin bu doğaçlama program karşısında esamesi bile okunmaz. zira kahve modundan çıkılmış, yayın yenilmiş, rakı ciğerlere karışmış, aşı boyası gün batımıyla beraber el ele göl kenarında yürünmüş ve biraz da öpüşülmüştür. güzeldir, hatıradır, bu hatıraya vesile olan eski sevgili kişisinin yolu da bahtı da açık olsundur.

mavi

sesindeki mavilikle, yuvalarına çekilmiş karakteristik gözleriyle merhum yaşar kemal abimizin pek sevdiği ve feyz aldığı renktir.

usta yazar, mavinin en güzel halini van gölü'yle betimler.
denizlerin, semaların mavisiyle kıyaslar fakat bir başka der, van gölü'nün mavisi.
bir tek maviyi benzetir bu maviye; diyarbakır ovası'ndaki çiçeklerin mavisi. belki biraz da kırık bir cam kesitinin mavisi...

(bkz: kimsecik üçlemesi)

bana göre ise, bazen naif bazen de kaotik bir renktir mavi. güneşli bir günün maviliği tatlı ve huzurluyken, fırtınayla beraber kuduran denizin maviliği içimi ürpertir.
başları köpük köpük olmuş dalgaların hemen altındaki o garip mavilik, içgüdüsel olarak rahatsız hissetmeme sebep olur. maviye kıyasla yeşil daha çilekli pasta gibidir sanki. (türbe yeşili hariç)

muharrem ince

sayın ince,

bu sabah karga bokunu yemeden yumurta almak için bedri abi'nin yanına gittim.
kendisi besici, ardahanlı ve oldu olası akp'ye oy vermiş biri. yıllar yılı siyasi görüşünden haz etmem ama insanlığını pek severim ve bu sebeple cahilliğini görmemezlikten gelirim. fakat biliyor musun, bedri abi bile sana kripto akp'li dedi. bunu, beraber çay içerken ve ters rüzgar sebebiyle bacadan çıkan duman ağzımıza burnumuza dolarken ve üstümüze sinerken söyledi. açıkçası hayret ettim. bir süredir erdoğan'a kızgın olduğu aşikardı ama bu teşhisi o'nun gibi bir adamın -hakir görmüyorum zira durum ortada- koyması açıkçası hoşuma gitti. yani sayın ince, halkın genelinde karşılığın yok.

velhasıl, siktir git!!!!!

kadınlar ne ister

(bkz: arzu)

kizlarin yaninda sevgilisi olan erkege bakmasi

mantığı çok basittir: adam, bir kadının (özellikle kadın alımlıysa) dikkatini çekmiş, o kadını koluna takmış ve başka bir kadın da bu durumu görüp, adamın statüsünü ve zekasını merak etmeye başlamıştır. çünkü adam alımlı kadınlar tarafından tercih edilmiştir ve bu arzu uyandırır. hal böyleyken, diğerleri yani etraftaki kadınlar türlü aptallıklarla dikkat çekmeye çalışırlar ya da doğrudan size bakarlar. erkeğe düşen ise bu durumu kontrol edebilmektir çünkü sevgilisi de diğer kukuların işveli bakışlarını fark etmiştir. bu hem iyidir hem de kötüdür çünkü işin sonunda bağır çağır tartışma yaşanabilir. iyi tarafı ise, sevgilinizin size olan bağlılığını arttırır çünkü dikkat çeken bir erkeği daha çok arzular. kadın, erkeğinin varlığıyla, statüsüyle ve çekiciliğiyle kendi rüştünü ispatlamaya çalışan bir değişik canlıdır. erkek bunu gayet iyi bilir.
başta seçilen kendisidir belki ama süreç ilerleyince asıl seçen kendisi olacaktır. evlilik kararını kadınlar mı alıyor zannediyorsunuz?

neyse, geçtiğimiz pazar günü şeytanlığım tuttu. kız kardeşim bir süredir üye olduğum spor salonuna yazılmak istiyordu. pazar günü salona gitmek için hazırlanırken içimdeki şeytanı saldım. o'na, ayda iki kişiyi davet edebilme hakkımın olduğunu söyledim. daha önce bu hakkımın olduğundan bahsetmemiştim çünkü gerek duymamıştım. haliyle garibin gözleri parladı. baktım ki gelmeye teşne, hazırlanmasını söyledim fakat arkadaşıyla program yaptığını, o'nu ekemeyeceğini belirtti. arkadaşın kim dedim, x dedi. x de en az kendisi kadar alımlıydı. onu da çağır dedim. sonrasında konuşturlar falan filan derken arkadaşını da alıp salona gittik. yolda kardeşime döndüm ve bana "abi" diye hitap etmemesini söyledim. "ne diyeyim?" dedi, ismimle hitap et dedim. ikisi de niyetimi anladığı için pis pis sırıttı.

neler yaşandı diye detaya girmeyeceğim çünkü sonuç hepinizin malumu. iki tane çıtırı kapmış bir erkek diğer conanların önüne geçmişti. spor hocası hanım kardeşlerimizden tutun da, genciyle ve yaşlısıyla diğer kadın üyelerin hepsinin dikkatini tarafıma yönelmişti. tek başıma gittiğimde tek tük olan bakışmalar, bu sefer tüm bereketiyle gelmişti.

şöyle ki: spora hafta içi işten önce gittiğim için geçtiğimiz haftanın etkilerini gözlemleyemedim çünkü benimle beraber saat 07:00'de spora gelen herkes yaşını başını almış kodamanlar oluyor. yani sonuçları yarın gözlemleyeceğim.

- merhaba

+ merhaba

- çok özür dilerim, rahatsız ediyorum. kaç setiniz kaldı acaba?

+ iki set daha var ama sırayla girebiliriz. (ummm, subliminalll)

- ayy, teşekkür ederim.

+ rica ederim, buyurun.

ve mhp'nin 40. yılı!